Header Ads

Türkçe Olimpiyatlarına Peygamberimizin Ruhaniyeti gelmişmiş... Fethullah Gülen Usul'ü ne kadar biliyor?

Türkçe Olimpiyatlarına Peygamberimizin Ruhaniyeti gelmişmiş
Türkçe Olimpiyatlarına Peygamberimizin Ruhaniyeti gelmişmiş




FETHULLAH GÜLEN “USÛL”Ü NE KADAR BİLİYOR? (ŞERİAT VE RÜYA)

Fethullah Gülen, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in Türkçe Olimpiyatları ile ilgili faaliyetleri “manen” teşrif ettiğini ileri sürmüş:

Yaklaşırsan, yaklaşırlar; şirin görürsen, şirin görürler; kabul edersen, kabul görürsün. Senin âlemden beklediğini âlemin de senden beklediğini asla aklından çıkarmamalısın. Belki burda arkadaşlar bana on tane mektup okudular … falan. Hepsi olimpiyat stadlarını Efendimiz s.a.s.’in teşrif buyurduğunu söylediler. Şimdi ben kendi içimden hep diyordum ki: “Yav acaba meseleyi tahrif mi ediyoruz, aşağıya mı çekiyoruz folklorlardır, şarkılardır, şiirlerdir, bunlarla?” Fakat demek ki yani bazı hakikatların ifade edilmesi adına, vifak ve ittifakın sağlanması adına, kalplerin birbirine karşı yumuşaması adına, bunlar çok önemli faktörler ki, İnsanlığın İftihar Tablosu, bazılarımızın, bir kısım mutasavvıfîn, yani sufîlerin değil de belki sufî görünen kimselerin yadırgamalarına rağmen Efendimiz s.a.s. inanın belki .. ne kadar geldiyse çok, çok fazla yani, Efendimiz teşrif etti, falan teşrif etti, Hazreti Pîr … teşrif etti, demek ki belki de benim gibi böyle mütemeridde olduğu … kırma adına, belki bizim bunları da anlatmamız lâzım başkalarına yani, bu yolla çok önemli şeylere gidiliyor, kalplerin vifak ve ittifakına gidiliyor, sizin temel değerlerinizin sevdirilmesine gidiyor aynı zamanda. Usûlü detaya feda etmeyelim Allah aşkına!"

Fethullah Gülen’in bu yaklaşımının ne usûlle, ne de detayla bir ilgisi var aslında.
Tamamen bid’atçi bir çizgide konuştuğu görülüyor.



Bugüne kadar, usûl adına yapılmış bu kadar usûlsüz bir başka açıklamaya rastlamış değilim.
Birincisi, bütün itikad (usûlu’d-dîn) kitaplarımızın en başında vurgulandığı gibi, “usûl” açısından, bilgi edinmenin yolları üçtür: Akıl, sağlam duyular, doğru haber (haber-i sadık).

Aynı kitaplar, keşf ve rüya gibi şeylerin “kesin” bilgi kaynağı olmadığını da açıkça belirtirler.
Çünkü, keşfin ve rüyanın doğruluğunun (uydurulmamış olduğunun) ya da yanlışlığının başkaları tarafından tespit edilebilmesi (daha doğrusu ispatlanabilmesi) mümkün değildir. Keşfin ve rüyanın uydurulmuş ya da gerçek olduğunu kesin olarak bilebilecek tek kişi, onun sahibidir. Bu yüzden rüya, delil olmaz. Peygamberlerin rüyalarının delil olması, onların “masum” olmaları nedeniyle, rüyaları hakkında da yalan söylemeyeceklerinin kesin olarak bilinmesinden kaynaklanır (Bunun yanı sıra, peygamberler dışındaki insanların rüyalarının şeytanî olması mümkündür. Keşf ise, uydurulmamış olsa bile, esas itibariyle hatasızlık vasfını taşımaz; keşfte hata olabilir).

Yine, Fıkıh Usûlü çerçevesinde şer’î delillerin dörtle sınırlı bulunduğu herkesin bildiği bir husustur: Kitap, Sünnet, (müctehidler arasındaki) icma, (müctehide ait ictihad anlamında) kıyas.
Rüya ya da keşf diye beşinci bir delil türü mevcut değildir.

Ancak, her devirde, dini tahrif etmeye çalışan bid’atçiler, ya da insanları keşf ve keramet hikâyeleriyle aldatmak isteyen sahtekârlar, Peygamber Efendimiz s.a.s.’i rüyada gördüklerini iddia ederek insanları kandırmaya çalışmışlardır. (Geçmiş ümmetlerde de böyle şeyler olmuştur. Mesela Hristiyanlar’ın dinlerini bozmalarında başı çekmiş olan Pavlos / Saint Paul, Hz. İsa’nın kendisine göründüğünü söyleyerek ortaya çıkmış ve çok büyük kitleler onu velî/aziz kabul etmiştir.)

Kısacası, folklor, şarkılar ve şiirlerin şer’î hükmü, falanın filanın rüyasına göre belirlenmez ya da değişmez.

Fethullah Gülen ya rüyanın dinî konularda delil olmadığını bilmiyor ve rastgelenin rüyasına itibar edecek kadar saf, ya da, cümle âlemi saf yerine koyuyor, insanların bu tür konulardaki bilgisizliklerini istismar etmeye çalışıyor.

Peygamber Efendimiz s.a.s.’i rüyada gören veya görme iddiasında bulunanlarla kıyaslandığında, O’nu dünya gözüyle görmüş olan ashabın çok üstün bir makamda bulunduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte Hz. Ömer, Fatıma binti Kays r. a.’nın Hz. Peygamber s.a.s.’den bir konuda yaptığı rivayeti, “Doğru mu, yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının sözü üzerine Allah’ın Kitabı’nı terk edemeyiz” demiştir (Müslim, Talak, 46.). (Şayet, Fatıma binti Kays’ın ifadesi Kur’an’la çelişmese ya da onun yanı sıra birkaç kişi daha şahitlik yapmış olsaydı, Hz. Ömer söz konusu rivayete belki bir başka gözle bakabilirdi.)

Fethullah Gülen’in, doğru mu, yalan mı söylediğini bilmediğimiz böylesi ahir zaman alâmeti kişilerin sayısının on değil, on milyon bile olsalar, birşey ifade etmeyeceğini anlaması gerekir.
Belki de, Fethullah Gülen’in kendilerinden rivayette bulunduğu o on kişiyi tanımış olsak, bunların vesveseli, dinî bilgisi zayıf ya da palavracı insanlar olduklarını göreceğiz. Nerden bilelim?
Kaldı ki, onları tanımış olsak ve gerçekten dürüst insanlar olduklarını görsek bile, “usûl” gereği, anlattıkları rüyalar şer’î açıdan hükme medar olmaz.

Ancak, kişisel kanaatim, bu tür rüyaların uydurulmakta olduğu yönündedir. (İmam Şatıbî’nin el-İ’tisam‘da [çev. Doç. Dr. Ahmet Yaman] yer alan şu ifadeleri konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir: “”… Onlar derler ki: “Biz filan sâlih kişiyi (rüyamızda) gördük. Bize dedi ki: ‘Şunu terk et, şunu yap’.” Buna benzer şeyler, mutasavvıfları ahlâk ve amellerinde değil de daha çok dış görünüşlerinde taklit eden kimselerde görülür. Bazıları da zaman zaman şöyle derler: “Ben Hz. Peygamber’i (s.a) rüyamda gördüm, bana şöyle dedi, bana şöyle emretti.” Şeriat’te belirlenmiş sınırların dışına çıkarak onunla amel eder ve onunla bir şeyi terk ederler. Halbuki bu bir hatadır. Çünkü peygamberlerin dışında hiç kimsenin rüyası ile asla şer’î bir hüküm verilemez. Ancak bunlar elimizdeki şer’î hükümlere arz edilir. Bu hükümler ona ruhsat verirse gereğiyle amel edilir, yoksa terk edilmeleri ve yüz çevirilmeleri gerekir. Bunların faydası sadece ve özellikle müjde ve uyarıdır. Bunlardan hüküm çıkarılmasına gelince bu caiz değildir…. Ve yine rüyanın da kısımları vardır. Şeytanî olanlarına hulm/düş denilir. Bir de hadîsu’n-nefs tabir olunan kısmı vardır ki, bu da benliğin kendinden kendisine yapılan telkinden meydana gelir, bazı karmaşık duyguların heyecanı buna sebep olabilir…. Rüya ile hüküm vermek, zorunlu olarak Peygamber’den (s.a) sonra vahyin yenilenmesi demektir ki bu, icma ile yasaklanan bir şeydir…. Hz. Peygamber’i (s.a) rüyasında görüp de Peygamber’in rüyasın­da kendisine bir hükmü bildirdiğini gören kimsenin rüyasına gelince bunun üzerinde de durmak gerekir. Şayet Hz. Peygamber o kişiye rüyasında kendi şeriatine uygun bir hükmü bildirmişse zaten söz konusu olan şey, daha önce şeriatte yerleşmiş olan hükümdür. Peygamber (s.a) o kişiye rüyasında kendi şeriatına aykırı bir şeyi haber verirse bu imkânsızdır. Çünkü hayatında istikrar bulan ve kesinleşen şeriatı Hz. Peygamber’in (s.a) vefatından sonra nesh olunmaz/değiştirilmez. Çünkü Peygamber’in vefatından sonra dinin istikrarı uykuda görülen rüyalara dayandırılamaz. Bu, icma ile bâtıldır. Kim rüyasında böyle bir şey görürse bununla amel edemez. Böyle bir durumda da rüyanın sahih/doğru/sâdık bir rüya olmadığına hükmederiz. Çünkü hak olan bir şeyi görmüş olsaydı bu rüya ona şeriate aykırı bir şeyi haber vermezdi…. Böyle bir durumda şeriatin kemaline aykırı emir veya yasaklar kabul edilemez. Bunların şeriate muvafık olması gerekir. O halde sorunda herhangi bir kapalılık ve karışıklık yoktur. Evet, ilmî ölçülere arz edilmedikçe sadece bir rüya ile hüküm verilemez. Çünkü iki kısımdan birinin diğeriyle karışma ihtimali vardır. Ahkâm konusunda rüyayı ancak (ilmî yönden) zayıf kişiler delil olarak kullanırlar. Evet, rüyada görülen şey kesin bir hükmü gerektirme­yecek ve bir temel olarak üzerine herhangi bir şeyi bina etmeyecek şekilde özellikle bir rahatlama, bir uyarı ve müjde olarak değerlen­dirilebilir.

İkincisi, gerçek sufîler, keşf ve keramet iddiasında bulunmayı doğru birşey kabul etmezler. Nitekim, Abdülhalik-ı Gücdüvanî rh. a., vasiyetnamesinde, kendi yolunda giden tarikat ehlinin keşf, keramet, Hz. Peygamber s.a.s.’i görme iddiasında vs. bulunmamalarını istemiştir. Yani, Gülen’in “Belki bizim bunları da anlatmamız lazım” şeklindeki ifadesi, gerçekte tasavvuf açısından takdire şayan bir tutum değildir. (Bu keşf, keramet, hikmet edebiyatı günümüzde öyle çığırından çıkmış bulunuyor ki, artık insanlar rüya vs. bile beklemiyorlar. “Bizim büyüğümüz, şeyhimiz, üstadımız, hocamız böyle diyorsa bunda bir hikmet vardır. Gelecekte anlaşılacaktır” şeklinde akıl yürütüyorlar. Böylece, şer’î kaygıların yerini hurafeler alıyor. Gücdüvanî gibi zatların “Zahire/Şeriat’e aykırı her batın dalalettir/sapıklıktır” şeklindeki ikazlarını dikkate alanların sayısı çok az. Bunun yerine, sapık tasavvufî akımların tuzağı olan “Zahir ehli bunları anlamaz” safsatasına sarılıyorlar.)

Üçüncüsü, Fıkıh Usûlü çerçevesinde hükümler hikmetlere ve maslahatlara değil, illetlere dayanmak zorundadır. Hükümlerin elbette hikmet ve maslahatları vardır, fakat bunlar hükümler açısından neden değil, sonuçtur. İnsanların kalplerinin her halükârda birbirine yakınlaşması, insanlar arasında vifak ve ittifakın sağlanması gayesinin “gerçek” bir maslahat olduğunu hiç tartışmaksızın kabul etsek bile, bundan hareketle şu veya bu davranışın caiz olduğu sonucuna varılamaz. Gerçekte, insanların kendi kafalarından icat ettikleri hikmet ve maslahatların çoğu kez hikmete aykırılık ve mefsedet sonucunu verdiği bilinen birşeydir. Özellikle de, Şeriat’e aykırı her hikmet ve maslahat düşüncesinin, aslında mefsedet anlamına geldiği kesindir.
Amacınız gerçekten insanların kalplerinin birbirine karşı yumuşaması, vifak ve ittifakın sağlanması ise, bunun Şeriat’e uygun yolları mevcuttur.

“Çalsın davullar, oynasın kızlar, kalpler ısınsın, ittifak olsun!..” İslâm adına böyle birşey savunulabilir mi?! (Bu noktada Fethullah Gülen’e, bu vifak ve ittifak sağlama yönteminin patentinin “semah” uzmanı vatandaşlarımıza ait olduğunu hatırlatalım. Daha iyi türkü söyledikleri de kesin. Onların tek kusuru “yöresel” zenginliklerini “uluslararası” boyuta taşıyamamış olmaları.)
Dördüncüsü, İmam Şatıbî’nin el-İ’tisam adlı kitabında genişçe açıkladığı bid’at tarifinin ortaya koyduğu gibi, bu tür oyun, eğlence, halay, folklor, türkü, şarkı vs. faaliyetlerini “din” adına yapmak, dini işin içine hiç karıştırmadan yapmaktan çok daha tehlikeli ve kötüdür. Çünkü ikincisi (yapılanları tümüyle helal kabul etmemek kaydıyla) yerine göre günah olmakla kalırken, birincisi “dinde bid’at” ihdas etmek demektir. Dini tahriftir. Nitekim İmam Gazalî, Kimya-yı Saadet‘te, Peygamber Efendimiz s.a.s.’i öven şiirleri, bırakın diğer çalgı aletleriyle, defle söylemenin bile caiz olmadığını, çünkü lehviyat ile ibadetin bir araya gelemeyeceğini belirtir. Geçmişte ulema, Kur’an‘ı çalgı aletleriyle birlikte okumanın küfür olduğu konusunda gereken uyarıyı yapmıştır. Âliyyü’l-Kârî, Fıkh-ı Ekber Şerhi‘nde, çalgılar eşliğinde yapılan zikrin (söylenen ilahilerin) hükmünün de buna yakın olduğunu söylemektedir. İbadet başka birşey, eğlence, lehviyat, zevk ü sefa başka birşeydir. Yine, İmam Gazalî’nin İhya‘nın sema bahsinde belirttiği gibi, din dışı müzikle iştigal edenlerin durumu, çalgılarla sözde dinî ya da tasavvufî müzik icra edenlerinkine göre daha az mahzurludur. Kaldı ki, gösteri/şov ya da gösteriş mahiyetinde ibadet olmaz. Fethullah Gülen, işin içine dini ve “temel değerlerimiz”i hiç karıştırmadan, Türk diline ve kültürüne hizmet etmeye çalıştığını söyleseydi, daha az mahzurlu birşey yapmış olurdu.

Dr. Seyfi Say
Blogger tarafından desteklenmektedir.