Header Ads

Necip Fazıl'ın serbest vezinde CİNNETLERİ. Dünyanın üzerinden düşüşü...



(Ceza evinde) Yedinci koğuşun bahçesinde acayip bir kaynaşma vardı. Herkes birbirine soruyordu.

- N'oldu?.. Ne var?.. Bu kaynaşma ne?.. Bilen biri açıkladı.

- Necip Fazıl dünyadan düşüyormuş...

- Dünyadan mı düşüyormuş?... O ne demek?..

Mahkûmlar halka şeklinde toplanmış, acayip bir şeye bakıyorlardı. Bakmakla da kalmıyorlar, bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorlardı.

Ve Necip Fazıl'ın sesi bir çığlık halindeydi;

- Tut beni Osman düşüyorum!

Kalabalığı yardım. Bir de ne göreyim Üstad, Osman (Yüksel Serdengeçti) Ağabeye sarılmış, avazı çıktığı kadar bağırıyor:

- Tut beni Osmannn! Dünya küçüldü!... Nohut tanesi kadar kaldı! Duramıyorum üzerinde!... Boşluğa yuvarlanıyorum!... Tut beni Osman düşüyorum!...

Osman ağabeyin gözleri yerinden uğramış... Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da üstadı tutmaya çalışıyordu. Bir uçurumun başındalarmış da düşeceklermiş gibi bir o yana bir bu yana sallanıyorlar, onlar sallandıkça öbürleri de, onlara uyarak dalgalanıyordu.

Canım sıkıldı, gülünç oluyorduk.

- Bırak... dedim. Osman Ağabeye. Bırak düşsün!.. Kollarından tuttum, ayırmaya çalıştım.
Üstad bu kez de şöyle bağırıyordu:

- Osman uyma O'na! Bırakma beni!

Kafasıyla kafayı bozmuştu. Hep "cins kafa"dan söz ederdi, biz buzağı gibi saf ve bön Anadolu çocukları "cins keçi", "cins inek" bilirdik de "cins kafa" nedir bilmezdik. Söylediklerini bir türlü anlayamazdık.

- Kriz entellektüel ancak cins kafaların işi... derdi.

- Kriz entellektüel çekiyorum Osman!...

Mahkûmlar bana sorarlardı.

Üstadınız ne çekiyormuş?...

- Kriz entellektüel...

- Bu da esrar gibi bir şey mi?..

- Hayır daha kötüsü... Enfiye gibi bir şey...

- Kafayı bulur muş yani...

- Yok canım... Aksine, kafayı yermiş, sonra da kusarmış...

- O nasıl şey?...

- Bilmem üstad söylüyor. "Öz ağzımdan kustum kafatasımı" diyor bir şiirinde...

- Anlaşıldı.. Bunun dalgası esrardan betermiş... Bu bize gelmez.

Bir sabah Necip Fazıl eline bir mezura almış önüne gelenin kafasını ölçüyordu. Güya kafanın çapı ne kadar büyük olursa insan o kadar zeki olurmuş.

- Benim kafamın çapı tam altmış bir santim... diyordu.

Bizlerinki o kadar yoktu. Ama ölçümde de bir hile yapıyordu. Herkesin kafasını ortalardan ölçüyor, kendi kafasının ölçüsünü en kalın yerden alıyordu. Ben itiraz ettim:

- Sen kafanı en kalın yerden ölçüyorsun...

Öteden bizim İbrahim koştu:

- Bir de şunun kafasını ölçelim.. dedi.

Hapishanenin "kış vardiyacısı" Deli Mevlût'ü kolundan tutmuş getiriyordu.

"Bu kış vardiyacısı ne?" diyeceksiniz"... Kışın üç dört ayını hapishanede geçirebilmek için bilerek suç işleyip içeri girenler vardı. Onlara bu ad verilirdi... Bedava karavana, ot yatak... Garibanların arayıp da bulamadıkları... Deli Mevlût onlardandı.

- Uzat kafanı... dedik.

Hiç sormadan uzattı.

İbrahim takıldı:

- Ulan inek, dedi. İnsan ne olacağını sormadan, böyle davar ; gibi boynunu uzatır mı?..

Kafasını ölçtük (63) santim geldi.

Necip Fazıl;

- Olamaaaz!.. diye bağırdı.

- Gel bir de sen ölç., dedik.

Ölçtü, milimi milimine tam altmış üç santim. İbo kılçık attı:

- Demek ki Deli Mevlut'ün zekâsı sizinkinden iki dikiş fazlaymış.

Üstadın yüzü elektronik bir kerrat cetveli gibi harekete geçti. Bir buluş yapacağı zaman hep böyle olurdu. Ve cevabı yapıştırdı:

- Ben kafamı insan kafasıyla kıyaslıyorum, eşek kafasıyla değil...

Bu sözüne Osman Ağabey bir yorum getirdi:

- Eh, nihayet... Üstad dünyada kendi dışında da insanlar olabileceğini kabul etti. Büyük gelişme...

Tolstoy, Stilo ve Timurlenk'ı çok severdi... Tolstoy'un eserlerini üslubunu, felsefesini, kalemini değil, ölüm korkusunu...

Diyeceksiniz ki "Ölüm korkusu sevilir mi?" Yaşama sevinci değil de ölüm korkusu...

Üstad bu... Onun için geçen geçmişti, hal geçecekti, illede gelecek zaman... 

- Osman... derdi. Osman... Büyük Tolstoy öleceğinden birkaç saniye önce, alev alev ateşler içerisinde, beyaz bir ata atlıyor ve meçhullere doğru çılgınca sürüyor.

- Nereye gidiyorsun Tolstoy?... diyorlar. Cevap müthiş.

"Ölümden kaçıyorum ölümden!..." diyor.

Bunu belki bin defa anlatmıştı. Dinleye dinleye artık usanmıştık. Bir gün yine anlatacak oldu. Ben gülmeye başladım; kızdı; köpürdü.

- Yine ne şeytanlık geldi aklına?... dedi.

- Üstadım... Dedim, Sizin feci sonunuzu düşünüyorum. Allah geçinden versin, şu günlerde bir emri hak vaki olsa, siz ölümden kaçmak için bir kel eşek bile bulamayacaksınız. Onun İçin gülüyorum.

Kapıyı açtı ve koşarcasına uzaklaştı. Bir taraftan da bağırıyordu:

- Korkunç!... Müthiş!.. İnanılmaz!... Uzaklaş O'ndan Osman!... Ölümü bile alaya alan O Mefisto'dan uzaklaş!..

Bizim doğulu arkadaşlar "Mefisto" yu Mısto gibi anlarlardı. Bir gün biri bana sordu:

- Yahu senin adın Mustafa değil ki bu hep sana "Mısto.. Mısto.." diyor. Bizde "Hüseyin"e Hüsso derler.

- Mısto değil, Mefisto Mefisto...

- Mefisto neymiş?..

- Bir çeşit şeytan...

- Tövbe estağfîrullah, tövbe neizubullah.. Bu bizim üstad da yavaş yavaş sapıtıyor galiba...

Bir gün dolma kalemini kaybetmişti. Ortaya düşmüş, önüne gelene soruyordu:

- Stilomu kaybettim gören var mı?...

Çocuklar da birbirlerine soruyorlardı:

- Yahu bunun sitili neredeydi ki kaybetsin?...

Çocuklar "Stilo"nun dolma-kalemin Fransızcası olduğunu nereden bileceklerdi. O "stilo" deyince onlar "kova" anlıyordu. Çünkü doğuda kovaya "sitil" derlerdi.

Ölümden atla kaçan Tolstoy'u sevdiği kadar, O'nu dört nala ölümden kaçıran atları da severdi.

Büyük Doğu'lardan birinin kapağında çok güzel bir resim vardı. Çılgınca koşan bir sürü at ve altında bir yazı:

"Dört nala üzerimize gelen felaket: Kumar..."

At yarışı üzerine oynanan kumarı kötülüyor, ama "Ata Senfoni"ler yazıyordu. Sanıyorum Jokey Klübü bu şiirine ödül de vermişti.

Bir gün çok önemli bir şey keşfetmiş gibi heyecanla Osman Ağabeye koştu.

- Biliyor musun Sevgilim... dedi. Atlar rüya görüyorlar.

Arkadaşlar karşı çıktılar, birden parladı:

- Dıştan benzerliğine rağmen maymunlardan daha yakın... İnsana verilen serum at kanından yapılır. Onlarla aramızda kan benzerliği var... Bunları biliyor muydunuz?

Bu sözler Osman Ağabeyin Bozkurt'çu damarına dokunmuştu.

- Hoppalaaa... dedi. Amma yaptın be üstad?.. Neredeyse bizi at'la, eşekle akraba çıkaracaksın.

- Osmancığım... Sevgilim... Biliyor musun ki Resulullah Mirac'a Burak adında bir at sırtında çıktı...

- Eh... Şamanlar da beyaz atlara binerek tanrılarla söyleşmeye giderlerdi. Bu efsaneler atların rüya gördüğünü isbatlamaz ki...

- At mübarektir diyorum, mübarek... Var mı bir itirazınız?..

- Olabilir ama bu yine de atın rüya gördüğüne inanmamızı gerektirmez.

Üstad bir santim gerilemezdi. Her zayıf düştüğü zaman yaptığı gibi yine yaygara metoduna baş vuracak ve bizi mutlaka susturacaktı. Susmak bir şey değildi de ondan sonra artık insanların gördükleri rüyaların yanında bir de atların rüyasına tabir arayacaktık. Durum epeyce ciddiydi. Ben lâfa karıştım:

- Ben Necip Fazıl, senin yaşın kadar eseri olan insan... (İşte yaygara başlamıştı)

- Bırakın şimdi bu lâfları... Rüya gördüklerini size atlar mı söyledi? Atların dili var mı? Siz atça bilir misiniz?

Yüzündeki tikler, mekik gibi harekete geçti. Arkadaşlar gülmeye başladılar. Üstad sıkışmıştı. Birden makinalı tüfek gibi patladı:

- Kuru mantıklı adammmm!... Bıktım senin şu muz'iç mantığından. Elbette ki atça biliyorum. Eğer eşekçe bilseydim, bu cemiyet beni hapishanelere atacak yerde, fildişi saraylarda yaşatırdı; altından heykellerimi dikerdi. Benim en büyük saadetim, sizler adına da inanmam, en büyük felâketim ise sizlerle bir arada olmamdır.

Osman Ağabey cevap verdi:

- Bizim adımıza da inan diye sana vekâlet mi verdik üstad? Bir arada olmamıza gelince... Bu ezeli kaderimiz... Bizim müslümanlar, ya hapishanede bir araya gelirler, ya da mezarlıkta...

Üstadın cevabı yine "suijeneris"ti... Kendine mahsus bir biçimde yani.

- İşporta mizahçısıı! Diye bağırıyordu. Espri budalası herif!...

Osman ağabey kendi kendine homurdanıyordu.

- Ha herif, ha herifi naşerif... Üstad bu işte. Başa gelen çekilir

At rüyası, adam rüyası derken aklıma geldi.

Hapishanede rüyalar gerçekten başımıza belâ olmuştu. Herkes kendi rüyasını tabirden âcizken bir de üstadı rüyada görecektin. Görmek de yetmiyordu, bir de gördüğün (ya da uydurduğun) rüyayı O'nun gönlüne göre anlatacaktın, denilecek ki rüya uydurulur mu?.. Uy durulur valla... İnsan sıkıştı mı öyle uydurur ki...

Necip Fazıl her önüne gelene sorardı:

- Beni rüyada gördün mü?..

Bir değil, beş değil, her sabah... Bıkmadan, usanmadan, ısrarla.. Bazen aynı kişiye günde bir kaç defa sorduğu da olurdu:

- Beni rüyada gördün mü?..

Eğer halâ görmemişsen, sesinin tonunu yumuşatır, bakışlarını, mimiklerini değiştirir, sana âdeta yalvarırdı:

- Canım, sevgilim, kardeşim söyle, beni rüyada gördün mü?..

Sıkışırdın; utanırdın; gönlü hoş olsun diye:

- Gördüm... derdin,

Üstad bir anda kendinden geçer, ters bir şeyler söylersin korkusuyla sana iltifatlar yağdırırdı:

- Söyle, canım, sevgilim, kardeşim bir tanem, çabuk söyle, bu çileli ağabeyini, bu büyük mustaribi nasıl gördün?..

Her gördüm diyene inanırdı. Hep de hayra yorardı. Ustaca uydurulmuş bir rüya oldu mu onu da "mukaddes bir sır" gibi saklardı.

"Mukaddes bir sır gibi saklardı" dedim ama ben üstadın sır sakladığını da hiç görmedim. Aksine hiç bir sırrı içinde tutamazdı.

Bir gün koluma girdi.

- Hüseyinciğim dedi. Sana bir sır vereceğim ama Allah ve Resulullah aşkına kimseye söylemeyeceksin.

Söylemem.... Söyle.

- Ben yarın çıkıyorum...

- Nereden biliyorsun?.. Bir rüya filan mı gördün?..

Hayır avukatım söyledi.

- Eeee... Bunun sır olan tarafı ne?..

Avukat bir devlet büyüğünden duymuş. Devlet büyüğünün söylemesi demek af demektir. Bunu anlamıyor musun? İlk etapta basın affı, arkasından umumî af... Hepiniz çıkacaksınız... Ama dediğim gibi... Sakın kimseye söyleme. Bu bir sırdır.

Bu kadarcık bir haber yalan da olsa hapishaneleri yerinden oynatmaya yeterdi. Çıkıp herkese haykırmak istiyordum:

Af var af!... Yakında hepimiz çıkıyoruz!...

Ama sırdı. Ağzıma kilit vuruyor, yüreğime taş basıyordum. Hiç olmazsa yarına kadar beklemeliydim. Hele üstad bir çıksındı.

On yıllık mahpusluk hayatımda ilk defa o gün, hapishanede af konusu konuşulmadı. Herkeste acayip bir hal vardı. Mahkûmlar birbirlerinden kaçıyor, sanki her biri bir define bulmuş da diğerlerinden saklıyordu. Hava daha bir ağırlaşmıştı. Kimse kimseyle konuşmuyordu.

Toplanıp konuşmak şöyle dursun, iki kişi bir arada volta bile vurmuyordu. Böyle gün mü geçerdi?..

Bu dağınıklık ikindiye kadar sürdü. Benim yapamadığımı bir arkadaş yaptı.

Eyyy kader kurbanları!... Dedi. Af var, af! Yarın hepimiz çıkıyoruz!

Of be... Rahatladım...

Kim söyledi?..

Necip Fazıl...

Bana da söyledi...

Bana da...

- Bana da...

Meğer üstad sır diye herkese söylemiş. Tek tek konuşmuş, ağır da yeminler vermiş. O herkesin bildiğini biliyormuş da bizim birbirimizden haberimiz yokmuş.

Mesele ortaya çıkınca doğru kendisini buldum.

Madem herkese söyleyecektin, niye sır diye bizi saatlerca kıvrandırdın? Bu nasıl sır?..

- Bir haberin çabuk yayılmasını istiyorsan "sır" diyeceksin. Aksi halde Galata Kulesi'nin tepesinde bağırsan kimse dinlemez.

Bu da bir görüştü.

Üstad rüyaya doymuyordu. O soruyor mahkûmlar uyduruyordu.

(Şu Bizimkiler, Hüseyin Üzmez, Timaş, s 321 ve devamı)
Blogger tarafından desteklenmektedir.